Kurşuna dizilseydi o romanlardan mahrum kalacaktık
Stefan Zweig ‘Bir Yiğitlik Ânı’ isimli şiirine ‘Onu gece yarısı uykusundan uyandırıp sürüklediler’ diye başlar ve ardından dokuz yoldaşın karanlık sisin içinde gibi korkutucu gölgelerin titreşmesini seyrederken nasıl ölümü beklediklerini anlatır. İdam mahkûmlarının gözleri bağlanır. Tam 10 dakika… Askerler tüfeklerini doldururlar, trampet sesleri ve infaz birliğinin homurtuları duyulur. İnfaz tam gerçekleşecekken ‘Dur, hüküm bozuldu, hafifletildi.’ diyen subayın sesiyle ölümden kıl payı kurtulan mahkûmlardan biri de Dostoyevski’dir.
Daha sonra kardeşine yazdığı bir mektupta ‘birkaç dakikalık ömrüm kalmıştı’ der. Ölümünü beklediği o on dakika, Dostoyevski’de büyük hasar bırakacak ve onu sinirli, ruhsal sarsıntıların eşiğinde yaşayan, sancılı bir adama dönüştürecektir.
Madalyonun diğer tarafından baktığımızda ise; o tüfeğin içindeki kurşunlar dünya edebiyatının tam da beynine sıkılmış olacak ve bizler Suç ve Ceza, Budala ve Karamazov Kardeşler gibi yapıtlardan mahrum kalacaktık.
Dostoyevski; İnsancıklar, Ecinniler, Öteki, Kumarbaz, Yeraltından Notlar gibi yoğun psikolojik tahliller içeren romanların babası aynı zamanda. Varoluşçuluk akımının yapıtaşlarından biridir. Hiç şüphesiz dünya edebiyatının en çok okunan yazarıdır.
İlk kitabının yayımlanmasının ardından şair Neksarov onun için ‘Yeni bir Gogol doğdu.’ derken haklıdır. Bölünmüş kişilik temasını işlediği Öteki romanı, Gogol’den izler taşısa da sonrasında vuku bulan ‘kurşuna dizilmekten kurtulma vakası’ onun romanlarını alır ve bambaşka bir boyuta taşır.
Erkek kardeşi Mihail’e yazdığı bir diğer mektupta “Ve insan iyi olanın dışında hiçbir şey yapmamalıdır.” der, bunu da romanlarıyla bize kanıtlar.
Dostoyevski romanlarında; duyguların derinliği, çift kişilikten çıkan sorunlar, kaderini kabullenen insanlar, boyun eğen kadınlar, vicdani duygular, hesaplaşma gibi temalara çokça rastlayabilirsiniz.
Olaylar diyaloglar vasıtasıyla oluverir. Onun romanlarında esas olay, insanın en derin katmanında, ruhunda gerçekleşir. Varlığına anlam vermeye çalışan (hatta bunda bir hayli zorlanan), kaygılar ve buhranlar içerisinde kalmış huzursuz insan tiplemesi çizmekte ustadır.
Realizm akımına dahil edilen Dostoyevski şunları söyler “Ben gerçekliği ancak gerçek ve hayalin birleştiği noktada severim”.
Onun gerçeklik anlayışı dokuz yaşındayken bir atın kamçılanarak öldürülüşünü izlemesiyle başlar. Sesini yitirir, boğuk bir sesle yaşar, gölgesinden korkmaya o yaşlarda başlar.
Romanlarında devleşen fakat gerçek hayatta sancılı bir adam olan Dostoyevski için Andre Gide şöyle der: “Bir tanrıyla karşılaşacağımızı sanırız oysa hasta, yoksul, hiç durmadan acı çeken, yoksun bir insandır dokunduğumuz.”
Biz ise Dostoyevski’nin duvardan duvara savrulan ruhunun kırıntılarını okurken beynimizin içinin fotoğrafını çekmiş olduğunu düşünür ve bir şölen yaşarız. Stefan Zweig ‘Onu çok büyük bir psikolog olarak görmek gerekir.’ derken işte bu şölenden bahsetmektedir.
Bize bizi anlatan ender yazarlardan biri olan Dostoyevski 1881’de öldüğünde otuz bin kişi tabutunun ardından yürüyerek onu sonsuzluğa uğurlamış ve okurları onun romanlarına sımsıkı sarılmıştır.